2020 yılının ilk aylarında çok büyük bir hastalık sardı dünyayı; beklenmedik, korkutucu, ölümcül. Mart ayının ortalarından beri hepimiz evlerimizde karantinada kaldık bir süre, şimdilerse ise yavaş yavaş yeniden dünyaya açılmaya başlıyoruz. Dünyanın iyileşmesini, toparlanmasını, bizi yeniden kabul etmesini bekliyoruz. Aynı birçok hastalık gibi bu da hiç beklemediğimiz bir anda geldi ve tüm gerçekliğimiz oluverdi.
Varoluşçu filozoflardan Merleau Ponty (1945) bazen iyileşebilmek için tek çarenin hastalanmak olduğunu söyler. Bedensel semptomları ise kendimize sağır olmamızın bir sonucu ve tortulaşmaların en büyüğü olarak yorumlar. Biz kendimizi duymaktan uzaklaştıkça, duygularımızı deneyimleyemedikçe, adlandıramadıkça bedensel semptomların tabiri caizse bağırmaya başladığından bahseder. Bedensel semptomlar bağırmaya başladığındaysa bazen tek gerçekliğimizin ona dönüşmesinden başka seçeneğimiz kalmaz. “İyileşmek” için tek çarenin hastalanmak olduğu bir noktada bakmadığımız, görmekten kaçtığımız, bastırdığımız şeyler çok daha şiddetli bir şekilde bize geri döner ve işte o zaman tek bakabildiğimiz, gözümüzün gördüğü tek yer bedenimiz, hastalığımız olur birdenbire.
Heidegger (1927) ise Dasein’in fiziksel varlığı (Leiblichkeit) aracılığıyla dünyada var olduğunu söyler. Bedenimiz bu dünyada var oluşumuzu temsil eden fiziksel gerçekliğimizdir ve onun aracılığı ile dünyayı algılarız, deneyimleriz (Merleau-Ponty, 1945). Otantik varoluşlar olabilmek için onunla yakından temas etmeye; temasımızı kaybettiğimiz ve bu kayboluşun çok derinleştiği noktada da “hastalanmaya” mecburuzdur.
Sanki şu an yaşadığımız süreç de kendimize, yaşadığımız dünyaya, hayatlarımıza dair böyle bir mesaj taşıyor. Biz ezbere, görmezden gelerek ve hoyratça yaşayıp tüketirken; dünyamıza, çevremize ve bize ne olduğunu da pek fazla umursamazken aslında tortulaşmaların en büyüğünü meydana getirmişiz gibi. Kendi bedenlerinin çağrısını duymayan ve bir noktada hastalanıp durmak zorunda kalan herkes gibi, biz de yabancılaştığımız ve çağrısını duymadığımız dünyanın hastalanışına şahit olduk. Şimdi ise tıpkı hastalandığında yatak döşek yatmak zorunda kalan, kıpırdayamayan ve gözü hastalığından başka bir şey görmeyen bir insan gibi kendi fiziksel dünyalarımıza, evlerimize hapsolarak ekranlardan hastalığın seyrini izliyoruz.
En başından bugüne kadar pandemi sürecinin birçoğumuzu getirdiği yere bakarsak eğer, en azından benim çevremde gördüğüm, ne mutlu ki, sorgulamaya başladığımız, içimize dönüp baktığımız, farkına vardığımız ve sonrası için hayatlarımızda bazı değişiklikler yapmayı planladığımız bir yer. Hastalık kendimizden ve dünyamızdan uzaklaştığımız, tortulaştığımız bir noktadan umuyorum ki bizi daha otantik ve kendimize daha yakın bir yere çekebilir.
Varoluşçu düşünceye baktığımızda ise bunun da iki uçlu bir yere gidebileceğini görüyoruz. Merleau Ponty hastalıktan bahsederken iyileşme sürecine de vurgu yapıyor (1945). Tortulaşma çok büyük olduğunda aynı şimdi hastalıkla beraber herkesin biraz daha kendine yakınlaştığı, ama tam olarak bunları gerçekleştirebilmek için iyileşmeyi beklediği gibi, hastalıkla gelen kendimize yakınlaşma arzusunun tam anlamıyla ancak iyileştikten sonra gerçekleşebileceğini söylüyor. İyileşmenin kişiyi canlandırıcı bir sürece sokabileceğini, bir şeylerin doğmasına vesile olabileceğini belirtiyor. Yine de bunun nihai son ve çözüm olmadığını, iyileşme sonrası için de bizi iki yolun beklediğini ekliyor: ya kendimizi yeniden unutup tortulaşmaya bırakabiliriz ya da kendimizi keşfetmeye devam edip bir denge kurabiliriz. Her şey eskiye döndüğünde ve hastalık kaybolduğunda, gerçekten otantikliğe doğru bir yola çıkmak bir seçenek olurken, olan biteni unutmak ve yeniden görmezden gelmek de bir diğer yol olacak. Tabii tortulaşma kendini yeniden bir hastalık olarak ortaya çıkarana kadar.
Kaynakça
Heidegger, M. (1927) Being and Time. Trans. John Macquarrie and Edward Robinson. New York: Harper & Row. Print.
Merleau-Ponty, M. (1945). Phenomenology of Perception. doi:10.4324/9780203981139
Comments